Sayfalar

29 Ocak 2009 Perşembe

Ankara'dan değil Ankara'nın devlet grisinden bıkanlara...


"Ankarayı sevmeyene bir zulümdür bu kadar insanın neden Ankara'yı bu kadar sevdiğini anlamadan Ankara'da yaşamak." Y.Erdoğan


Ankara'da yaşayıp devlet dairesinde çalışıyorsanız iki şansınız vardır: ya sistemin parçası olursunuz ve memurlaşırsınız, ya da memurlaşamayan ama ona başkaldırma cesareti kendinde bulmadan onu değiştirme sevdası-hülyası-serabı-kabusu (ne derseniz deyin buna) ile yanıp tutuşan ve her seferinde "birdahaki sefere mutlaka" diyen garip birisi olursunuz. (Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzre ben memurlaşmamak sevdasıyla garipleşme yolunda hızla ilerleyenlerdenim) Biz Türk'lerin karakteristik özelliğidir kolay yolu seçmek. Zor yol ise her geçen gün-ay-yıl daha da zorlaşır. Afyon gibidir bu, eroin gibi. Her geçen gün biraz daha bağımlı hale gelirsiniz. Her gün biraz daha batarsınız çukura demek daha doğrudur belki.


Kendi kendini gerçekleştiren bir kehanetin vücut bulmuş halidir devlet. Kendi kendimizin koyduğu saçma sapan, bir sonraki adımın usulune uygun atılması için şimdiki atılacak adımı bağlamak gibi birşey bu. Deli saçması devlette çalışmak. Biz de 657 ye sicil yönünden tabi kayıtlı deliler oluyoruz bu durumda.



Doğrusunu söylemek gerekirse çitlerin arkasını çok merak ediyorum.

23 Ocak 2009 Cuma

"Gugliemo Marconi" gibi olabilmek...


Gugliemo Marconi, 25 Nisan 187420 Temmuz 1937 . İtalyan fizikçi ve buluşçu.
İlk başarılı telsiz telgraf sistemini geliştirdi. Kısa dalga radyo iletişimi üzerine yaptığı çalışmalarla modern uzun erimli radyo yayımcılığının gelişmesini olanaklı kıldığı için, radyonun babası olarak bilinir. Başka bilim insanlarının katkılarıyla geliştirilen radyo, televizyonun bulunuşuna dek en önemli kitle iletişim aracı olarak kaldı.
Telsiz telgrafın geliştirilmesine katkıları için, Alman
Karl Ferdinand Braun ile birlikte 1909 yılında fizik dalında Nobel Ödülü ile onurlandırılmıştır.


Öldüğünde saygı duruşu olarak dünyanın bütün radyo istasyonları ilk ve son kez iki dakika sustu.

Taner Özdeş'ten Başarı üzerine bir yazı


Geçen gün sabah işe gitmek için evden çıktım ve arabada radyoyu açtım. Geveze, yine dinleyicilerle sohbet ediyordu. İnsanlar binbir zahmetle arabadan, otobüsten, evlerinden, iş yerlerinden Geveze’yi arıyor, sorduğu sorular karşısında hazırlıksız cevaplar veriyorlardı. Konu şuydu: Hayaliniz var mı, yok mu? Çoğu kişi “zamanım yok” cevabını verdi.

İnsanların amaçsız, hedefsiz, bilinçsiz yaşamaları ve zamanlarının kıymetlerini bilmemeleri beni hep düşündürür. Sonuçta saatler, günler, aylar, yıllar geçer ve hiçbir yerde olmayız. Ama sürekli şikayet eder, başkalarını suçlarız. Bugün başarılı insanların diğer insanlardan farkları, yeteneklerinin farkına varmaları, bunu tutkuya çevirip çok çalışmaları, hem de delice çok çalışmalarıdır oysa ki. Çoğu insan çok yoğun olduğunu iddia eder, ama bu yoğunluk, bir şey üretmeden oluşan, bir anlamda ‘sanal’ bir yoğunluktur.

Geçtiğimiz günlerde önce Kadir Has Üniversitesi’nde, sonrasında da Koç Üniversitesi’nde pazarlama semineri verdim. Kadir Has Üniversitesi’nde, normalde 40-50 kişi geleceğini söylemişlerdi ama 200 kişi geldi! Aklımda kalan en önemli şey, öğrencilerin satış işinin dürüst yapılacağına inanmamalarıydı. Satışın temelde dürüstlük, açıklık ve samimiyetle yapıldığında uzun vadede de her zaman kazanacaklarını söyledim.

Çoğu öğrenci ilgisizdi. Akılları başka yerlerdeydi. Böyle bir fırsatı değerlendirmek yerine, günlük sorunlara dalarak boş boş bakan gözlerle bana bakıyorlardı. Beni davet eden arkadaşım -hocaları- bu sunumdan daha sonra herkesi sorumlu tutacağını da altını çizerek söylemişti. Bazıları ‘ben niye buradayım’ der gibi bakıyordu. Bazıları ise pür dikkat dinliyor, benden bir şeyler öğrenmek istiyordu. Bazıları ise benimle eğitim sonrasında da görüşmek ve danışmak istediklerini söyledi. Farkları düşünceleri idi. Dünyada başarılı insanlar toplumun yüzde biridir. Yani, her 100 kişiden sadece biri hayatta başarır!

Öğrenciler tutkulu ve meraklı değiller
Kadir Has Üniversitesi, son yıllarda büyük gelişim gösteren bir üniversite. Kampüsün yeri, okulun konumu, sınıflar hepsi mükemmel. Türkiye’de de artık Amerika’daki okulları aratmayan üniversiteler var. Ama eğitim sistemi düşünmeye, araştırmaya, yaratıcılığı teşvik eden bir sistem değil. Öğrenciler konuşmuyor, düşünmüyor ve en önemlisi soru sormuyorlar. Merak ve tutku eksikliği var.

Konuşmamı şu sözlerle bitirdim: “Hayatta, teknik bilginin başarıda payı sadece yüzde 15’dir. Yüzde 85 ‘i ise insan ilişkilerindeki başarınız, kişileri ve insanları yönetme becerinize bağlıdır. Teknik bilgi yanında fikirlerini açıkça ifade edebilen, liderlik vasıflarına sahip, insanlarda istek uyandırabilen biri, daha yüksek kazanç elde etme gücüne sahiptir.”

Koç Üniversitesi’nde de bir konuşmam vardı. Okul gerçekten muhteşem. Kampüs o kadar büyük ki, içinde insanın kaybolması çok kolay. Pazarlama kulübündeydi konuşmam. Pırıl pırıl bana bakan gözleri gördüm. Buradaki fark, gelen kişilerin zorunlu değil, gönüllü gelmeleriydi. Farkı hemen görüyordunuz.

Öğrencileri sorularımla sıkıştırdım, konfor alanlarının dışına çıkarmaya çalıştım. Koç Üniversitesi’nde okudukları için özgüvenleri yüksekti.

Çocuklarınızı bilinçli yetiştirebilirsiniz
Kendilerine üç dört kelimede kendilerini pazarlamalarını söyledim. Çoğu yapmak istemedi. O zaman bana Koç Üniversitesi’ni pazarlayın, dedim. Öğrencilerden biri, çok iyi öğrenci yetiştirir, dedi. “İşte bu” dedim. Hayatta ne yaparsanız yapın, kendinizi, işinizi üç dört kelime ile ufak bir çocuğun anlayacağı dilde anlatabilmeniz lazım. Pazarlama okumalarına rağmen pazarlamanın gücünü bilmiyorlardı. Bunun nedeni ise öğrencilere mükemmel bir ortamda, en son teknoloji ile en güncel bilgi verilmesine rağmen bu öğrencilere düşünmenin, yaratmanın ne kadar önemli olduğu anlatılmaması olduğunu düşündüm. Hayalleri, hedefleri konularında çok düşünmemişlerdi. Bu, öğretebilir bir şey mi, yoksa içimizden mi gelir? Genlerimizde mi var? Bunu bilemem, ama benim görüşüme göre ailelere büyük iş düşüyor. Ben iki oğlumu bilinçli yetiştiriyorum. Bunu öğretilebilir bir şey olduğunu görüyorum, tecrübe ediyorum.

22-23 yaşında bende bu konuları düşünmüyordum, çok da haksızlık etmeyeyim. Ama günümüzde rekabet çok, iş aslanın ağzında. Diğer yandan eğitim sistemi, teknoloji 80’li yıllara göre çok gelişmiş. Okullarda verilemeyenler arasında yer alıyor yaratıcı düşünce, merak ve araştırma. Bunlar verilmediği zaman bu parlak gençler iş hayatlarına girdiklerinde işveren sıkıntı yaşıyorlar.

Koç Üniversitesi’nde ise şu mesajları vererek konuşmamı sonuçlandırdım: “Bugün dünyayı ilişkiler belirliyor. Bugün ne ülkeler, ne politikacılar, ne şirketler birbirleri ile iş yapıyorlar. Her şeyi iki insanın arasında oluşan diyalog ve ilişkiler belirliyor. Bu iki insan arasında oluşan ilişki başarılı ise, bu başarı o iki ülke arasında, o iki şirket arasındaki ilişkileri belirliyor. O nedenle insan ilişkilerinizde kendinizi geliştirin. Bunu okullarda maalesef öğretmiyorlar.”

Çağımızda başarının temeli farklı olabilmek, farklı düşünebilmek, diğer yandan tutkularımızı bulmak ve ne iş yaparsak yapalım çok çalışmakta saklı. Her iki okulun öğrencilerinde de bunu hissedemedim. Her ne kadar sunumumdan etkilendiklerini söyleseler de, işimi gücümü bırakıp büyük hevesle zaman ayıran bir işadamı olarak beklentim, daha istekli bir dinleyici kitlesiydi. Katılım beklentinin çok üzerinde (yani merak var) ama katılım, sorgulama, soru sormaları düşüktü. Bunlar okulda öğrencilere kazandırılmalı. Kaç kişi staj yaptınız, diye sordum. Birkaç el kalktı. Staj zorunlu hale gelmeli ve teşvik edilmeli.

Gençler sabırsız olmamalılar
Üniversitelerde gönüllü eğitim vermek bana çok keyif veriyor. Yeni nesli tanımak, onlarla beraber olmaktan çok mutlu oluyorum. Yeni nesil bizden daha zeki, bilgili, özgüvenli. Diğer yandan yeni teknolojiler, internet sebebiyle daha tembel, sabırsızca ve hemen her şey olsun istiyorlar; bedel ödemeden yükselmek, çok para kazanmak istiyorlar. Bunların mümkün olmadığını anlatmalıyız. Başarının kestirme yolu yok. Çalışmanın en önemli değer olduğunu anlatmalıyız.

Bu duygularla gecenin 11’inde İzzet Ressam (Gelinim olur musun ve “Binbir Gece”yi dünyaya pazarlayan genç) ile House Cafe’de bir araya geldik. Bütün gün işte yorulmuştum. Yabancı misafirlerim vardı ve saat 10‘daki randevuma zar zor 11‘de ulaşabildim. Birlikte ne yapabilirizi konuşmak için bir araya geldik. Dünyada pek çok kanalın ‘Gelinim olur musun’ formatında yarışmalar düzenlediğini, hatta NBC kanalı bile programın benzerini taklit ettiğini söyledi. Kendisi ile sohbet etmek, bir şeyler üretebilmek bana çok keyif verdi. Kitabımın yurtdışına satılması ve TV konusunda birlikte neler yapabilirizi konuştuk.

Bir şey yapmak, yaratmak, yeni insanlarla tanışmak beni heyecanlandırıyor. Gençlerde de bu tutku ve isteği yaratmalıyız.

"Çok çalışmak, başarının sırrıdır."
Bu satırları yazarken Enbe Müzik’in kurucusu Behzat Gerçeker ile sohbet ediyorduk. Kendisi ile en kısa zamanda sizler için bir söyleşi yapacağız. Kariyerinde çok başarılı olan bu yetenekli müzisyene şu soruyu sordum: İş hayatında başarının sırrı nedir? “Çok çalışmak, hem de çok. Çevremde bir çok inanılmaz yetenekli , en iyi okullardan mezun arkadaşlarım var. Ama şu anda isimlerini kimse bilmiyor. Nedeni tembel olmaları. Tutkularının olmamaları…”

Yeni nesillere şu mesajı vermek istiyorum: “Bugün başarılı olmak istiyorsanız, yeteneklerinizi keşfedin. Bunları tutkuya çevirin. Erken yaşlardan başlayarak çok çalışın. Hem de çok... ”

Koç Üniversitesi’nde konuşmamın sonunda bana yüksek lisans yapma konusunu danışan bir öğrenciye şu mesajı verdim: “Okumak vizyondur. Bakış açısıdır. Ama sizi korkak yapar. Bugün Edison, Ford, Vehbi Koç kendi bilgilerinden çok etraflarındaki çalıştırdıkları insanlar üzerinden istedikleri noktaya geldiler. Bugün paranızla her türlü bilgiyi satın alabilirsiniz. Ama cesareti asla!.. Girişimci olmanın temeli cesarete dayanır. Başarılı olmanın sırrı ise çok çalışmaktır.”

Yazımı John D. Rockefeller’in şu muhteşem sözleri ile bitirmek isterim: “İnsanlarla ilişki kurma yeteneği, şeker ya da kahve gibi satın alınabilir bir şeydir. Ve ben bu yeteneğe her şeyden daha fazla bedel öderim. Güneşin altındaki her şeyden daha fazla.”

13 Ocak 2009 Salı

Fatih Torun arkadaştan güzel bir hikaye, sağol Fatih


Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.
Öğretmeni, onun bu halini fark etti:- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?
Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?- Ahmet arkadaşımız var ya…- Evet, ne olmuş Ahmet'e?- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyi şeyler koymuyor.- Eee?- Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?
Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumu pekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.
Nurhan Öğretmen:- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuz pekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.- Nerede çalışıyorsun?- Simit satıyorum.
Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.
Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu:- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.- Çok zengin bir işadamı…- Niçin?- İnsanlara daha çok yardım etmek için…- Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardim edersin. Olmaz mı?- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.— Neden olmaz?— Üç sebepten dolayı olmaz.
Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beni insanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.
İkincisi: 'Ağaç yas iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı öğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunu zenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zengin olduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum.
Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.
Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.
- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için, ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parası kadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?
Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı.
Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı. Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SIMIT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını.
Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı… Ağladı… Ağladı.
Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçinin şaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti

Hikayeyi beğenmişseniz ve Ali'den utanmışsanız, maddi durumunuz iyi değilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısına bırakın. Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın. Maddi ihtiyacı olan bir akrabanıza yardım edin. Yeter ki boş durmayın!Ekmeği paylaşmak ekmekten daha lezzetlidir.

Orhan Bey, Erzurum Evi ve Kavurga


Geçen hafta Erzurum'da Erzurum 2011'in Organizasyon Komitesi toplantısı vardı. İlerimizi bitirdikten sonra geleneksel Erzurum evleri diye bir yere gitmiştik. Orda bir neyzenden ney dinledik ve kavurga yedik. Orhan beyin vaziyeti bulunduğumuz atmosferi net bir şekilde özetliyor aslında.

Erzurum da soğuk kış gecelerinde yenilen bir atıştırmalıkmış Kavurga. Aslında bildiğimiz buğdayın biraz kavrulmuşu. Kenmi bu kavurgayı yerken biraz tuhaf hissetim. :)

8 Ocak 2009 Perşembe

Dario Moreno

Bazen anlatılmak istenen öznenin yanına hiç bir sıfat, bağlaç vs. yakışmaz ya, işte öyle birşey bu. Sadece dinleyin...

Bigisayarımı kurcalarken bulduğum bir yazım: "Pekinden merhaba"




Pekinden merhaba;

Garip ama gerçek Pekin 2008 Olimpiyat Oyunlarındayım. Olimpiyatlara katılmaya hak kazandım ve bunu herhangi bir kimsenin yardımıyla değil tabiri caizse bileğimin hakkıyla elde ettim. Bir hayalim gerçekleşti ve işte olimpiyatlardayım. Hiçbir şey tesadüfen elde edilmiyor. Ama insanlar nedense işin sadece tesadüf/şans tarafını görmek istiyor. Herşeyden önce bu sonuca varmak çok kolay belkide ondandır fakat tesadüfün/şansın gerçekleşebilemsi daha dağrusu seni bulabilmesi için yapman gerekenler çok önemli. Zor olduğu için elde edileni şansa yormak daha kolay sanırım.


Birşeyi elde etmek herzaman insanda mutluluk duyguları yaratmıyabiliyor. Belkide bu dünyada hiçbirşey elde edilecek kadar önemli değildir. Ama onu elde etmeden önceki 'istek', 'arzu', 'ihtiras', 'hırs' adına her ne derseniz deyin, bütün bu duygular insanı harekete geçiren gerçekler.


Yada şu açıdan bakabilirim olaya. Elde ettiğimde beni birşey mutsuz yapıyorsa yada şöyle demek daha doğru olur, çok istediğim birşeyi elde ettiğimde mutsuz oluyorsam o şey gerçekten istediğim şey olmayabilir. Gerçekten elde etmek isteyeceğim şeylerin peşinde koşmalıyım o halde. O her neyse onu aramalıyım. Buluncaya kadar aramalıyım. Ne gerekiyorsa yapmalıyım.

İnsanın aklına şu sorular geliyor.
Neyi aramalıyım?

Neyi arayacağımı biliyormuyum?
Nasıl aramalıyıum?

Acaba ararken doğru bir yöntemle mi arıyorum?

Ya yanlış bir yöntemle arıyorsam.

Bu durum yanlış bir yere kuyu kazıp su çıkmasını beklemek gibi birşey.


Arama sürecimde hatalar yapmak benim en büyük lüksüm sanırım.


5 Ocak 2009 Pazartesi

E=mc2


"Neden beni hiç kimse anlamıyor, ama herkes beni seviyor?"

"Görelilik kuramım başarıyla kanıtlanırsa Almanya benim bir Alman olduğumu iddia edecek. Fransa ise dünya vatandaşı olduğumu açıklayacaktır. Kuramım gerçek dışı çıktığında ise, Fransa bir Alman olduğumu söyleyecek. Almanya ise bir Yahudi olduğumu açıklayacaktır."Fransız Felsefe Cemiyeti konferansından6 Nisan 1922


"Ben gelecek için hiç bir endişe duymadım. O yeterince hızl geliyor."Aforizma Einstein Arşivi1944-45

Doğruyu söylemek, doğruyu savunmak ve doğruyu istemek hakkında


Yanlışlar içerisinde doğruyu söylemek, doğruyu istemek ve doğruyu yapmak ne kadar zormuş. Adam kayırmanın bu kadar ayyuk mertebesinde yapıldığını görmek insanın umudunu kırıyor. Umudum kırıldı bu gün. Biz nasıl gelişicez, nasıl ileriliyicez, nasıl?


Doğruları yaparak değil mi? Doğruları doğru yaparak.


O halde bu oyunu oynamaktan vaz mı geçmeli, yoksa devam edip filmin sonunu mu görmeli?


Kafam o kadar karışık ki.

4 Ocak 2009 Pazar

Kelebek etkisi



Bilinen ifadeleri kullanmak bazen anlatmak istediğiniz şeyleri sıradanlaştırabiliyor, ya da popüler olma ihtiyacından kaynaklanıyor gibi görünebilir. Bu durum çoğu zaman da doğru da olabilir. Bu tür durumlarda bahsetmek istenen konuyu farklı terimlerle ifade etmek daha mantıklı olabilir.




Başlangıç koşullarına hassas bağımlılık.




Hayatta her an bir başlangıç ve her an bir bitiştir aslında. Ben her anın bir başlangıç olduğunu düşünenlerdenim. İstediğim sonuca bir gün birden ulaşacağıma inanmıyorum ama yeterince inanırsam bir gün mutlaka herşeyi değiştirceğim bir başlangıç yapabileceğime inancım tam. Üstelik bu inancımın teorisi olduğunu da yeni öğreniyorum. Kelebek Etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişikliklerinin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen isimmiş. Bu kuramı ilk olarak 1963 yılında meteorolog Edward N. Lorenz adlı bir bilim insanı, bilgisayarında hava durumlarıyla ilgili hesaplar yaparken bulmuş. Edward N. Lorenz, ilk hesaplamasında 0,506127 sayısını başlangıç verisi olarak kullanmış; ikinci hesaplamada ise, ondalıksayı temsillerindeki (binler basamağı sonrasındaki değerleri) çıkararak 0,506 sayısını kullanmıştır. İki sayı arasında sadece-ve-sadece yaklaşık 1/1000 (binde bir), yâni bir kelebeğin kanat çırpmasının yarattığı rüzgârla eşdeğerde fark olmasına rağmen, süreç içindeki ikinci hesabın, birinci hesaba karşın çok daha farklı neticeler verdiğini bulmuş. İnanılmaz değil mi.


Hayatta belli sonuçlara sadece belli sebeplerle varılabileceğine inanan sabit fikirli insanlara inat kendi hayatımızda yapcağımız kücücük bir değişikliğin dünyayı değiştireceğine inanıyorum.


Ve böyle düşünen insanlar arıyorum.