Sayfalar

28 Kasım 2009 Cumartesi

avoir le coeur sur la bouche...


Gece çok ilginç bir rüya görmüştüm. Hatırlamaya çalışıyorum ama çıkartamıyorum. Gördüğüm garip yüzler ve kelimeler vardı. Kelimelerden birisini gayet net hatırlıyorum “coeur”. Bir anlamı yok sanırım ama bu kelime zihnimde o kadar net ki sanki rüyam anlamını bilmediğim tek bir kelimeden oluşuyor. Uyandığım saate sabah bile denmez, gece yarısı demek daha doğru. Birkaç saat daha uyuyabilseydim belki de rüyam daha net olacaktı. Sadece bir rüya zaten, acele etmeli, havaalanına hemen yetişmeliydim.
***
Bu çok ilginç, çünkü bu üçüncü oluyor artık. Üçüncü seferdir bu garip kadına rastlıyorum. İkinci karşılaşmamda tamamen tesadüf demiştim ama bu kez tesadüf olmaktan çıktı. Hem de birbirinden alakasız uçuşlarda. Ya bu kadın beni takip ediyor ya da ben onu. İşin daha ilginç yanı şu ki her karşılaşmamda elinde bir iskambil destesi bilmediğim bir oyun oynuyor. Tipine bakarsan normal bir kadına da benzemiyor ayrıca, Türk olmadığına da eminim. Çok zayıf fakat sert yüz hatları var. Çaktırmadan bakmaya çalışıyorum ne yaptığına, anlamaya çalışıyorum, fakat imkânsız.

Artık zaman geldi deyip tam uçağa gitmeye hazırlanırken ve bu ilginçliklere hayret etmeye devam ederken, O gayet rahat önünde duran küçük valizinin üstüne ayaklarını uzatmış kâğıtlarıyla oynamaya devam ediyordu. Onun dışında salondaki herkes kontuarın önüne sıraya geçmişken görevli bayan uçağın sisten dolayı bir saat gecikeceğini duyurdu. İçimden O’nun bu gecikmeyi bildiğinden en azından tahmin ettiğinden eminim diye geçirdim. Tekrar oturmaya hazırlanırken O’nu daha yakından görebilmek için tam karşısındaki koltuğa oturdum. Koca bir saat daha burada olduğumuza göre oyalanacak bir şey bulmam gerekecekti fakat aceleden yanıma kitap da almayı unutmuştum. Kadını gözümün ucuyla izlemeye başladım. Kâğıtlara baktığımda yıpranmamış fakat oldukça eski olduklarını anladım. Kağıtlarla oynaması bittiğinde tekrar karmaya başlıyordu. Bu arayı fırsat bilip

- Merhaba...

dedim. Kendimi hazırlamıştım, bana anlamamış gibi İngilizce bir cevap verse ben de konuşmaya İngilizce devam edecektim, hem İngilizce konuşma pratiği de yapmış olurdum dedim içimden. Fakat beni yine şaşırttı ve yavaşça bakışlarını kağıtlardan kaldırıp yüzüme dikti.

- Merhaba.

dedi. Aksanında yabancı olduğunu fark etmemek mümkün değil fakat Türkçe’yi çok iyi konuşuyordu.

- Bir süredir sizi izliyorum gerçekten çok merak ettim bu kâğıtlarla ne yapıyorsunuz?

- Arıyorum…

Açıkçası verdiği cevap çok kendinden emin ve netti. Ama anlamamıştım, aradığı herhangi bir kâğıt olduğunu zannetmiyorum. Hazır öylesine de olsa bir iletişim başlatmışken devam ettim.

-Neyi?
Yani neyi arıyorsunuz?


diye sordum. Bakışlarını gözlerimden ayırmadan cevap verdi.

- Yıllar önce bir rüya gördüm. Rüyamda genç bir erkek dışarıdan beni izliyordu, birkaç sefer karşılaştığımızı söyledi ve bana bu oyunu öğretti. Ve ben de yaklaşık 35 yıldır yanımdan ayırmadığım bu kağıtlarda onu arıyorum. Bulursam ona bu kağıtlardan birisini vereceğim. Ama ne o genci ne de vereceğim kağıdı bilmiyorum.

- 35 yıl bayağı uzun bir süre değil mi? Bir rüya uğruna bu kadar uzun süre bir arayışın içinde olmak bana çok ilginç geldi.

- Zaman göreceli bir kavramdır. Biz de dünyamız da aslında uzayda yaşıyoruz. Sence uzayda zamanın bir değeri var mı? Bir “an” ile “1 bir yıl” arasında bir fark var mı sence?

Bu kadın beni şaşırtmaya devam ediyordu çünkü çok hassas olduğum, üstüne yıllardır düşündüğüm “zaman” ve “an” hakkında bir şeyler söylüyordu. Heyecanımı belli etmemeye çalışıyordum fakat çok heyecanlanmıştım.

- Bence var.

dedim sakin bir tavırla ve devam ettim.

- Bir yıla birçok an sığıyor mesela. Binlerce olay yaşıyoruz binlerce andan oluşan.

- Cevap aslında bu söylediklerinde saklı. Bir yıl içerisinde binlerce an var. Dolayısıyla bu “yıl” denilen şey anlardan oluşuyor. O halde binlerce “an” da koca bir “an” dır. Farkı sen zihninde yaratıyorsun. Zihnimiz kronolojik olarak anları sıraya koyuyor ve zaman algısı oluşuyor.

Bence bu kadın saçmalıyordu, fakat ilginç bir açıklaması vardı. Kendi deyimiyle 35 yıl öncesi ile şu anın arasında bi fark yoktu, başka bir açıdan bakarsak 1 yıl yaşamakla 100 yıl yaşamak arasında da bi fark yoktu.


- Yani uzun bir ömürle kısa bir ömür arasında bir fark olmadığını mı söylüyorsun?

- “An”ı algılayabiliyorsan zaman algısı ortadan kalkar diyorum...


Konuşurken bir yandan da kağıtlarını karmaya devam ediyordu. Yeni bir oyuna başlamak üzereydi sanırım. Kafam karmakarışık olmuştu. Söylediklerinin doğru olduğuna inanmamıştım ama kendi söylediklerine kesinlik derecesinde inandığı da belliydi. Tam oyununa tekrar başlamak üzereyken kağıtlarını bana uzattı ve

- Bir kart seçer misin?

dedi. Sanırım artık konuşmak istemiyorum demek oluyordu.

- Gördüğüm rüyadaki genç bana bu oyunu öğretirken ilk yaptığı şey bir kart seçmemdi. Oyun bu karta göre şekilleniyor çünkü.

Dediğini yaptım, bir kart seçtim.

- Kupa As…
…avoir le coeur sur la bouche…


- Ne? Ne dediğinizi anlamadım?

- İlginç bir kart seçtin.
Her ne kadar kalp gibi görünse de Kupa kalkanı temsil eder ve soylu bir sınıfa aittir. 13. yüzyılda ona Fransızlar “coeur” ismini vermiştir.

- Ne! “coeur” mı?!

18 Kasım 2009 Çarşamba

Kırık Keman

Extraordinary Pantene Commercial from chenbw on Vimeo.


Hayatımızdaki anlamlı ve önemli işlerin gerçekleşmesinde karşılaştığımız tevafuklar bu olayları daha bir anlamlı kılıyor.

17 Kasım, bu gün benim doğum günüm...
17 Kasım, bu gün 8 yılı aşkın çalıştığım kurumumdan istifa ettim...

Tırtıl olarak geçirdiğim sekiz senenin ardından kelebekliğe ilk kanat çırpışım.
Ani, birden, fervri bir şekilde verilmiş bir karar değildi, sekiz yıl üstünde düşünmüştüm.
2002 yılında zamanın Spordan Sorumlu Bakanının alınan 500 spor uzmanı ile Büyük Anadolu Otelde yapmış olduğu toplantıda da aynı fikirdeydim: söz alarak şunu söyledim "kadro istemiyorum, ama fırsat verin büyük işler yapayım." Geldiğim nokta itibari ile kadro alamadım ama kendimce büyük işler yaptım ve gerek kendim gerekse Türk Sporu adına daha büyük işler yapabilmek için istifa ediyorum.
Esaretin bedeli ağır olabilir ama 8 yıldır ilmek ilmek örülen bu hayalin ederi paha biçilemez. İnanın...

Yapılması gereken hayallerin törpülenmesi, örselenmesi değil bilakis bilevlenmesi, keskinleştirilmesi.

Nekadar kırıldığının inanın önemi yok. İş o kırık kemana yani hayallerinize ne kadar inandığınızda. Çünkü hayatınız, hayalleriniz doğrultusunda şekilleniyor.

Kırık kemanımızla söyleyecek çok şeyimiz var...

Şu an inandığım tüm değerleri teyyid edip,
Bana inananların inançlarını pekiştirip,
Hayalleri ceplerinde ve kor gibi yüreği elinde,
Bir kelebek olarak
Meydan okuyorum hayata...