Sayfalar

29 Aralık 2009 Salı

Peaceful Warrior



"Ilımlılık, sıradanlık, korku ve karışıklık içinde saklanmak, kılık değiştirmektir. Şeytanın makul olduğuna kendini inandırmaktır. Hiç kimseyi mutlu etmeyen istikrarsız bir uzlaşmadır. Ilımlılık yumuşak yüzlüler, özür dileyenler ve dünya sahnesinde yer almaktan korktuğu için kenarda kalanlar içindir. Ağlamak ya da gülmekten, yaşamak ya da ölmekten korkanlar içindir. Ilımlılık, son yargısına varmadan önce şeytanın demlediği ılık bir çaydır."

"Varlığının bütün gücüyle hata yapmak, titreyen bir ruh hali içinde hata yapmaktan kaçınmaktan iyidir. Sorumluluk, eyleminin karşılığında alacağın hazın ve ödeyeceğin bedelin fakında olmak ve farkındalığın temel alındığı bir seçim demektir. Ve sonra da bu seçimle barışık yaşamaktır."


Dan Millman-Dingin Savaşçı

Bazen

Bazen insana yağmur ıslanmayı özletir.
Bazen insana ateş yanmayı istetir.
Bazen insana koşmak yorulmayı özletir.
Bazen insana düşmek doğrulmayı istetir.
Bazen insana hayat "bu kez anladım" dedirtir.

Şiir: Tufan ATEŞ

28 Aralık 2009 Pazartesi

Farklı bir tanıtım örneği

Halen daha posta kutunuzda ya da kapınızın önünde urfalı lahmacun, bilmemne pizzanın tanıtımlarını buluyor musunuz? Üstelik onları dağıtan çırak çabuk bitsin diye posta kutunuza bir tomar hiçbir işe yaramayan broşür bırakır. Aşağıdaki farklı, akılda kalıcı, hayret uyandırıcı, biraz da eğlenceli bir örnek. Bir reklamda olması gereken bütün öğeler mevcut.

Toner Friendly Sunumlar

Biraz önce nette dolaşırken ilginç bir yenilikle karşılaştım. Bir konu hakkında ppt sunumu izlerken sunumun bir kenarında "bu sunum toner dostu bir sunumdur, çıktısını aldığınızda arka planı renksiz alabilirsiniz" yazıyor. Belki küçük ama bir yenilik fakat bence etkisi büyük. Bu tarz yeniliklere dönüm noktası yenilikleri diyorum. Toner dostu yenilik...

24 Aralık 2009 Perşembe

İstanbul toplantısının en güzel yanı


Günün iyi bir yanını bulabilir miyim diye sorduğumda kendime 1-0 maça başlamanın keyifli yanı geliyor aklıma. En kötüden en iyiye geçmek. Kat edilmesi gereken mesafe fazla, yandaşlar az ve riskli bir durum bu. Umarım bu süreç istediğim gibi olur ve ilerdeki o toplantıdan sonra boğazın keyfi daha güzel çıkar.

13 Aralık 2009 Pazar

Çocuk olamayan bu yazıyı okumasın...


Ortaokul yıllarımdan kalma, biraz endişe veren biraz da meraklandıran bir anısı vardır bende veliler toplantısının. Dedikodu iyi bişey değildir ama buna veliler toplantısı dahil değildir sanırım.

Bu gün ilk defa kendi çocuğumun toplantısına katıldım. O henüz 3,5 yaşında. Gittiği de okul değil kreş aslında. Ama şimdiden biz veliler heyecan yapımışa benziyoruz. 2-3 yaşındaki çocukların öğretmenleri ve bakıcılarından birtakım tavsiyeler ve nasihatler aldık. Toplantısına katılmakla da teyyid ettiğim veli olma durumunun şaşkınlığının dışında birkaç güzel düşünce kalmış aklımda.

Birincisi biz babalar çocuklarımızla daha çok vakit geçirmemiz gerekiyor çünkü annelerin veremiyeceği birçok davranış şeklini babalar verebiliyor çocuklara. Üstelik bunun farkında olduğumuzu da zannetmiyorum. Bizim farketmeden verdiğimiz çocuklarımızın farketmeden aldığı bu davranış ve tutumları verebilmemizin tek yolu onlarla daha çok ve etkili vakit geçirmek.

Kreş sahibesinin değindiği bir diğer konu "çocularınıza fazla oyuncak almayın" tavsiyesi. Bir ara bir espri vardı hatırlarmısınız. Origami gösteren bir programda bir süre kağıtlarla uğraştıktan sonra usta şurda yapılmışı var deyip hazır origami örneğini çıkarırdı. Sonra bu esprilere konu olmuştu "yapılmışı var". Şimdi çocukların hayal gücünü geliştireceği düşüncesiyle aldığımız birçok oyuncak aslında birer "yapılmış". Çocuk ancak o oyuncağı çözmeye kafa yorabilir ve o oyuncağın gösterdiği hayali anlayabilir. Hayal kurarak üretmekle ilgili hiçbir zihinsel faaliyette bulunmasına gerek yok. Oysa benim çocukluğumda ve tabiki benimle yaşıt birçok kişinin çocukluğunda hiç bu kadar oyuncak yoktu. Ben oyuncaklarımı kendim yapmak zorundaydım. ve hatırlıyorum bu hiçte zor değildi hatta gayet keyifliydi. Şimdi anlıyorum ki o yaptıklarım birer inovasyon. Yani iki yada daha fazla farklı nesneden anlamlı ve daha farklı bir nesne üretmek. Piller ve cetvelle yapılan uçaklar, tükenmez kalemden yapılma füzeler, kartonlardan oluşturulmuş evler, arabalar, gemiler, hele hele küçük motorların ve lambaların hayatıma girmesiyle geliştirdiğim (kendimce icat ettiğim) bir dolu oyuncak. Hepsi birer oyundu. Şimdi anlıyorum o oyunların değerini. Ve bu nasihati de kabul ediyor ve ekliyorum: çocuklarımıza fazla oyuncak almıyalım onlarla birlikte oyuncak yapalım.

Üçüncü nasihat söz alan bir velidendi. Orta yaşlardaki bayan üniversiteye hazırlık dersanelerinin birinde öğretmen. Ve şunu söylüyor. "Çocuklarımız üniversiteye hazırlıkta çok yoğun bir ders çalışma sürecine giriyorlar. Bu süreçte velilerin temel yakındıkları şey televizyon izleme demelerine rağmen öğrencilerin televizyondan başlarını alamamaları. Bunu şu şekilde açıklıyor. Çocuğunuz dünyaya geldiğinden beri evinizde televizyon sürekli açıksa, siz ev içinde akşamları ağırlıklı olarak televizyon izleyerek, dizi takip ederek vakit geçiriyorsanız artık o televizyonun sesi "iç ses"-"aile içi ses" haline geliyor. Bu alışkanlığı siz kazandırıyorsunuz ve üniversite hazırlık safhasında birden bu alışkanlığı bırakmalarını bekliyoruz." Bu cümleler bir arkadaşımın söylediği "dann" diye kafama inen balyozlar misali etkiledi beni. Ebeveyn olmak zor iş. Bunun zorluğu işte bu noktaları anlamak ve doğruyu yapabilmekten geçiyor. Düşünsenize çocuğunuz sizden çok artık başkalarıyla konuşuyor, onları dinliyor. Siz de evde onlarla konuşmazsanız sizin sesiniz artık bir "dış ses". Bir ailede iç ses anne babayla olan diyaloglar olabilir ya da oyun oynarken kırılan vazolardan, düşen tablolardan, devrilen saksılardan çıkan sesler olabilir-olmalıdır. Şüphesiz bunların her birinin bir değeri var ve yerine koyulabilir ama onları yaparken geçirilen zamana paha biçilemez ve yerine koyulamaz sanırım.

Sonuç olarka:

Hem çocuklarımızı büyütmeli hem de kendimiz büyümeliyiz.

Çünkü halen daha birer kocman çocuğuz...

12 Aralık 2009 Cumartesi

Yokluğuyla anlamlı olan şey bir paradokstur

Her şeyin tersiyle anlam kazanması ne tuhaf.
Varlığın yokluğunla alamlı.
Para parasızlıkla anlamlı.
Aydınlık karanlıkla,
Soğuk sıcakla,
İyi kötüyle,
Hayat ölümle...

Yani sevdiğimiz şeyleri tanımlamak için onların zıtlarına ihtiyaç duyuyoruz.
Diğer bir deyişle sevdiğimiz şeyleri sevmemizi sevmediklerimize borçluyuz.
O halde sevmediklerimizi de sevmemiz gerekiyor ki sevdiklerimiz anlamlı olabilsin.

Önermem şu:
Hayat bir paradokstur.
Hem de kaotik bir paradoks.

28 Kasım 2009 Cumartesi

avoir le coeur sur la bouche...


Gece çok ilginç bir rüya görmüştüm. Hatırlamaya çalışıyorum ama çıkartamıyorum. Gördüğüm garip yüzler ve kelimeler vardı. Kelimelerden birisini gayet net hatırlıyorum “coeur”. Bir anlamı yok sanırım ama bu kelime zihnimde o kadar net ki sanki rüyam anlamını bilmediğim tek bir kelimeden oluşuyor. Uyandığım saate sabah bile denmez, gece yarısı demek daha doğru. Birkaç saat daha uyuyabilseydim belki de rüyam daha net olacaktı. Sadece bir rüya zaten, acele etmeli, havaalanına hemen yetişmeliydim.
***
Bu çok ilginç, çünkü bu üçüncü oluyor artık. Üçüncü seferdir bu garip kadına rastlıyorum. İkinci karşılaşmamda tamamen tesadüf demiştim ama bu kez tesadüf olmaktan çıktı. Hem de birbirinden alakasız uçuşlarda. Ya bu kadın beni takip ediyor ya da ben onu. İşin daha ilginç yanı şu ki her karşılaşmamda elinde bir iskambil destesi bilmediğim bir oyun oynuyor. Tipine bakarsan normal bir kadına da benzemiyor ayrıca, Türk olmadığına da eminim. Çok zayıf fakat sert yüz hatları var. Çaktırmadan bakmaya çalışıyorum ne yaptığına, anlamaya çalışıyorum, fakat imkânsız.

Artık zaman geldi deyip tam uçağa gitmeye hazırlanırken ve bu ilginçliklere hayret etmeye devam ederken, O gayet rahat önünde duran küçük valizinin üstüne ayaklarını uzatmış kâğıtlarıyla oynamaya devam ediyordu. Onun dışında salondaki herkes kontuarın önüne sıraya geçmişken görevli bayan uçağın sisten dolayı bir saat gecikeceğini duyurdu. İçimden O’nun bu gecikmeyi bildiğinden en azından tahmin ettiğinden eminim diye geçirdim. Tekrar oturmaya hazırlanırken O’nu daha yakından görebilmek için tam karşısındaki koltuğa oturdum. Koca bir saat daha burada olduğumuza göre oyalanacak bir şey bulmam gerekecekti fakat aceleden yanıma kitap da almayı unutmuştum. Kadını gözümün ucuyla izlemeye başladım. Kâğıtlara baktığımda yıpranmamış fakat oldukça eski olduklarını anladım. Kağıtlarla oynaması bittiğinde tekrar karmaya başlıyordu. Bu arayı fırsat bilip

- Merhaba...

dedim. Kendimi hazırlamıştım, bana anlamamış gibi İngilizce bir cevap verse ben de konuşmaya İngilizce devam edecektim, hem İngilizce konuşma pratiği de yapmış olurdum dedim içimden. Fakat beni yine şaşırttı ve yavaşça bakışlarını kağıtlardan kaldırıp yüzüme dikti.

- Merhaba.

dedi. Aksanında yabancı olduğunu fark etmemek mümkün değil fakat Türkçe’yi çok iyi konuşuyordu.

- Bir süredir sizi izliyorum gerçekten çok merak ettim bu kâğıtlarla ne yapıyorsunuz?

- Arıyorum…

Açıkçası verdiği cevap çok kendinden emin ve netti. Ama anlamamıştım, aradığı herhangi bir kâğıt olduğunu zannetmiyorum. Hazır öylesine de olsa bir iletişim başlatmışken devam ettim.

-Neyi?
Yani neyi arıyorsunuz?


diye sordum. Bakışlarını gözlerimden ayırmadan cevap verdi.

- Yıllar önce bir rüya gördüm. Rüyamda genç bir erkek dışarıdan beni izliyordu, birkaç sefer karşılaştığımızı söyledi ve bana bu oyunu öğretti. Ve ben de yaklaşık 35 yıldır yanımdan ayırmadığım bu kağıtlarda onu arıyorum. Bulursam ona bu kağıtlardan birisini vereceğim. Ama ne o genci ne de vereceğim kağıdı bilmiyorum.

- 35 yıl bayağı uzun bir süre değil mi? Bir rüya uğruna bu kadar uzun süre bir arayışın içinde olmak bana çok ilginç geldi.

- Zaman göreceli bir kavramdır. Biz de dünyamız da aslında uzayda yaşıyoruz. Sence uzayda zamanın bir değeri var mı? Bir “an” ile “1 bir yıl” arasında bir fark var mı sence?

Bu kadın beni şaşırtmaya devam ediyordu çünkü çok hassas olduğum, üstüne yıllardır düşündüğüm “zaman” ve “an” hakkında bir şeyler söylüyordu. Heyecanımı belli etmemeye çalışıyordum fakat çok heyecanlanmıştım.

- Bence var.

dedim sakin bir tavırla ve devam ettim.

- Bir yıla birçok an sığıyor mesela. Binlerce olay yaşıyoruz binlerce andan oluşan.

- Cevap aslında bu söylediklerinde saklı. Bir yıl içerisinde binlerce an var. Dolayısıyla bu “yıl” denilen şey anlardan oluşuyor. O halde binlerce “an” da koca bir “an” dır. Farkı sen zihninde yaratıyorsun. Zihnimiz kronolojik olarak anları sıraya koyuyor ve zaman algısı oluşuyor.

Bence bu kadın saçmalıyordu, fakat ilginç bir açıklaması vardı. Kendi deyimiyle 35 yıl öncesi ile şu anın arasında bi fark yoktu, başka bir açıdan bakarsak 1 yıl yaşamakla 100 yıl yaşamak arasında da bi fark yoktu.


- Yani uzun bir ömürle kısa bir ömür arasında bir fark olmadığını mı söylüyorsun?

- “An”ı algılayabiliyorsan zaman algısı ortadan kalkar diyorum...


Konuşurken bir yandan da kağıtlarını karmaya devam ediyordu. Yeni bir oyuna başlamak üzereydi sanırım. Kafam karmakarışık olmuştu. Söylediklerinin doğru olduğuna inanmamıştım ama kendi söylediklerine kesinlik derecesinde inandığı da belliydi. Tam oyununa tekrar başlamak üzereyken kağıtlarını bana uzattı ve

- Bir kart seçer misin?

dedi. Sanırım artık konuşmak istemiyorum demek oluyordu.

- Gördüğüm rüyadaki genç bana bu oyunu öğretirken ilk yaptığı şey bir kart seçmemdi. Oyun bu karta göre şekilleniyor çünkü.

Dediğini yaptım, bir kart seçtim.

- Kupa As…
…avoir le coeur sur la bouche…


- Ne? Ne dediğinizi anlamadım?

- İlginç bir kart seçtin.
Her ne kadar kalp gibi görünse de Kupa kalkanı temsil eder ve soylu bir sınıfa aittir. 13. yüzyılda ona Fransızlar “coeur” ismini vermiştir.

- Ne! “coeur” mı?!

18 Kasım 2009 Çarşamba

Kırık Keman

Extraordinary Pantene Commercial from chenbw on Vimeo.


Hayatımızdaki anlamlı ve önemli işlerin gerçekleşmesinde karşılaştığımız tevafuklar bu olayları daha bir anlamlı kılıyor.

17 Kasım, bu gün benim doğum günüm...
17 Kasım, bu gün 8 yılı aşkın çalıştığım kurumumdan istifa ettim...

Tırtıl olarak geçirdiğim sekiz senenin ardından kelebekliğe ilk kanat çırpışım.
Ani, birden, fervri bir şekilde verilmiş bir karar değildi, sekiz yıl üstünde düşünmüştüm.
2002 yılında zamanın Spordan Sorumlu Bakanının alınan 500 spor uzmanı ile Büyük Anadolu Otelde yapmış olduğu toplantıda da aynı fikirdeydim: söz alarak şunu söyledim "kadro istemiyorum, ama fırsat verin büyük işler yapayım." Geldiğim nokta itibari ile kadro alamadım ama kendimce büyük işler yaptım ve gerek kendim gerekse Türk Sporu adına daha büyük işler yapabilmek için istifa ediyorum.
Esaretin bedeli ağır olabilir ama 8 yıldır ilmek ilmek örülen bu hayalin ederi paha biçilemez. İnanın...

Yapılması gereken hayallerin törpülenmesi, örselenmesi değil bilakis bilevlenmesi, keskinleştirilmesi.

Nekadar kırıldığının inanın önemi yok. İş o kırık kemana yani hayallerinize ne kadar inandığınızda. Çünkü hayatınız, hayalleriniz doğrultusunda şekilleniyor.

Kırık kemanımızla söyleyecek çok şeyimiz var...

Şu an inandığım tüm değerleri teyyid edip,
Bana inananların inançlarını pekiştirip,
Hayalleri ceplerinde ve kor gibi yüreği elinde,
Bir kelebek olarak
Meydan okuyorum hayata...

31 Ekim 2009 Cumartesi

30 Ekim 2009 Cuma

Günün sözü...

Sorunlarımızı çözmeden meselelerimizi halledemeyiz, işte bütün problemimiz bu... Tan Oral

"Bir mevsimin acı gerçekleri" ni yazabilmek için Ekim Kasımı bekledim.


Kanıyor takvimden gamsız ağaçsız
evlatlarını döver gibi seven bir sonbahar
güvertesinde adresini şaşırmış
kayıp bir nisan yağmuru

ömrümün sol anahtarısın
hazan makamının kapısını açan
ne nisanlar gördüm ben
ilkbahardan kaçarken
bir mızrapa tutunan

ne bileyim ben
böyle bir şeydir herhalde
bir mevsimin şarkısı
ya da mevsimlik bir vivaldi sancısı...

ekim kasım işlerini öğrenirken bir keman
ağlamayı bir de,
şarkıya söz yürür,
yeşile aldanır suyun kudreti
ve sen hiçbir zaman
sol anahtarı yaptıracak bir çilingir
bulamazsın
bana kalırsa sen,
ömrümün sonuna kadar,
o şarkının kapısında kalacaksın!

Y.Erdoğan

29 Ekim 2009 Perşembe

Sırlardan birisi...


İyi yaşayıp mutlu ölenleri çoğumuzdan ayıran şey; sürekli kendilerine istedikleri bir hayatı yaşayıp yaşamadıklarını sorup cevap için kalplerine dönmeleridir. İlk sır kendinize karşı dürüst olup belli bir niyetle yaşamanızdır.
Eğer kalbimizi dinleyecek ve kendimize dürüst olacaksak, önce hayatımızı uyandırmalıyız. Fakat hayatı uyandırmak da nedir? Sokrat sorgulanmamış bir hayatın yaşamaya değer olmadığını söylemiştir. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: hayatınızın hedefi bulup bulmadığından emin olmak için hayatınızı sürekli incelemedikçe, başkasının hayatını yaşama şansınız yüksektir...

Dr. John Izzo - Ölmeden Önce Keşfetmeniz Gereken 5 Sır

26 Ekim 2009 Pazartesi

Çocukluğumu hatırladım.


Geçmişe; yiyilesi bir silginin kokusuyla gidersin bazen,
bazen de çok istenmiş ve alınınca günlerce sevdalı sevdalı bakılan, giymeye kıyılamayan bir çift ayakkabıya tekrar sahip olduğunda.
Puma nın bu modeliyle böyle bir duygusal bağım vardı. Yıllar sonra tekrar aynı ayakkabı bana çocukluğumu ve o zamanki sevincimi hatırlatı. Aslında hissettiğim çocukluğumda hissettiğimin yanına bile yaklaşamaz. Biraz sevinç, biraz hayret ve bolca hüzünden mürekkep tuhaf bir duygu bu. Maziyi hatırlamak.

Sevdiğim bir şair Ankara hakkındaki bir şiirinde şöyle demiş;
...
Hiçbir lahmacun da o okul yolundaki üçüncü sınıf lokantadakinin tadını vermeyecek bir daha,
Çok daha iyilerini yedim sonra,
Bizzat Urfada hatta,
Ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya
...

22 Ekim 2009 Perşembe

Bizi korkutan şeyler...

Neler?

Küçükken nelerden korkardık?
Şimdi nelerden korkuyoruz?

Küçükken nelere ağlardık?
Şimdi nelere ağlıyoruz?

Küçükken nelere sevinirdik?
Şimdi nelere seviniyoruz?

21 Ekim 2009 Çarşamba

TED



"ideas big enough to change the world"

fikirler dünyayı değiştirebilecek güçtedir fakat oluşmaya, gelişmeye ve yayılmaya ihtiyacı var.

www.ted.com bu amaçla geliştirilmiş bir proje.

George Bernard Shaw


George Bernard Shaw (d. 26 Temmuz 1856, Dublin, İrlanda - 2 Kasım 1950, Hertfordshire, İngiltere), İrlandalı yazar. Oyun yazarı olarak ünlenen yazar, altmıştan fazla oyuna imza atmıştır. Hem 1925'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü hem de 1938'de Pygmalion için Oscar'ı alarak, bu iki ödülü de alabilen ilk ve tek insan olmuştur. Sosyalizm ve kadın haklarının koyu bir savunucusu olmuştur. Shaw, vejeteryan olmasının yanında ayrıca içki ve sigaradan da hayatı boyunca kaçınmıştır. Ayrıca resmi eğitime de karşı çıkmıştır. Shaw, 94 yaşında geldiği 1950'de, ağaç budarken merdivenden düştükten sonra oluşan yaralarının iyileşmemesi sonucunda olaydan birkaç gün sonra ölmüştür.

Bernard Shaw'dan birkaç söz:
  • İstediğinizi elde edemezseniz, elde ettiğinizi istemek zorunda kalırsınız.
  • Sağduyulu kişi, kendini dünyaya uydurur; sağduyusuz kişi, dünyayı kendine uydurmaya çalışır. Tüm ilerlemeler o nedenle sağduyusuz kişilere dayanır.
  • Hayat kendini bulmakla alakalı değildir. Hayat kendini yaratmakla ilgilidir.
  • İnsanlar başlarına gelenler için hep içinde bulundukları durumu suçlarlar. Ben durumlara inanmam. Bu dünyada başarılı olan insanlar istedikleri durumları arayan ve bulamadıkları zaman onları yaratanlardır.

...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Gariplik

İnsan kendi söylediğini yapmayıp inkar ettiğini kucaklayabilir mi?
Bu nasıl bir çelişkidir?

Birçok bakış açısına sahip bu sorunun pazarlamadaki karşılığı şöyle: Artık tüketici söylediğini yapmıyor inkar ettiğini kucaklıyor.

Hedef kitle araştırmalarına dikkat edin yanıltabilirler.

18 Ekim 2009 Pazar

Nescafe Türk erkeklerini uyandırıyor (mu) ?

Nescafe nin yeni reklamlarına bayıldım. Türk tüketicisini çok iyi gözlemlemişler ve şehirli, üst düzey, elit ve biraz da entel diye tabir edeceğimiz kesim yerine toplumun geneline ve bir laz uşağı ağzıyla hitap etmeyi seçmişler. Reklam serisi 3 filimden oluşuyor. İzlediğimde beni şaşırtansa serinin ilk filmi olan aile saadetinin bir nescafe ile nasıl sağlandığını anlatan bölüm. Nescafenin satıldığı tüm ülkelerde nescafe sabah uyanmak için içilen bir içecek türü olarak tanıtılır ama ne ilginçtir ki nescafe Türkiye'de akşam vakti televizyon karşısında uyuklayan Türk erkeklerini uyandırmak için çalışıyor. Nescafe Türkiye'de yaptığı araştırmalar sonucunda "bu Türk erkekleri sabah uyanmak için değil de akşam sızmamak için nescafe içiyor" sonucunu keşfetmiş olabilirler diye düşünüyorum. Bulgularında haksız da sayılmazlar.

Reklam filmimize geri dönersek eğer;


Rıfkı sabah uyanma derdi olmadan erkenden kalkmış işine gitmiş ve akşama kadar çalışmıştır. Hiçbir güç sabah sabah kendisine taze demlenmiş bir çayın yerine nescafe içirtemeyeceğini hepimiz biliyoruz sanırım. Tipik bir Anadolu kadını olan eşi ise akşam eve gelen eşinin yine televizyon karşısında uyumasından ve birlikte vakit geçirememekten şikayetçidir. Yine böyle bir akşam gökyüzünden nescafe mekiğinde, elinde çay tepsisinde nescafelerle Laz Dursun iner. Aile sadeti olmazsa olmazlarındandır Dursun'un ve yenilenmiş aromasıyla hazırlanmış kahveyi Rıfkı'nın burnunda dolandırır.

Kokuyu alan Rıfkı birden kalıbının adamı olur ve bir çırpıda dikelir.

Laz Dursun reçeteyi uygulaması için yenge hanımada kullanma talimatını bildirir.

"Yenge içi keçer kibi olursa tekrarla, arzu ettuğun dinamik canli Rıfkı karşunda, garantii"

Mutluluğu gözlerinden okunan yenge hanım dikelen gocasına sevgi dolu gözlerle bakmaktadır.

Reklam filmi bu kareyle bitiyor ama benim gözüme son kare takılıyor.



Nescafe sızmış Rıfkıyı dikeltiyor ama ne yazıkki dikelen Rıfkı'nın ilk yaptığı şey heyecanla tv kumandasına sarılmak oluyor.

Sanırım bundan sonraki bölüm başka bir reklam filminin konusu :))



Nescafe nin reklam filimlerini aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:
http://www.medyaloji.net/haber/nescafe_classic_in_yeni_reklam_yuzu_laz_dursun.htm

16 Ekim 2009 Cuma

Sahte gerçekler ve...

Yapılamamış, yarım kalmış, olamamış herşey için bir sahte gerçeğiniz olabilir. Bunun adına da mazeret diyoruz. Özür ya da bahane olarak da tanımlanır Türk Dil Kurumu'na göre.

Mazeret üretmek bir sanattır ve bu konudaki master ve doktora çalışmaları bilimsel anlamda kamu sektöründe yapılır. Bu konuda Prof. seviyesinde kelli felli adamlar görürsünüz devletimin dairelerinde.

Mazeret üretmek amaca ulaşmamış veya ulaşamıyacak olan davranış için sebepler bulmaktır. Ve şunu unutmayın aklın mazeret üretmek için binlerce yolu vardır. Utanmasa hepsini de kullanır.

Bu mazeretleri illa da başkalarına da sunmak zorunda değiliz bizizdir çoğu mazeretin muhattabı. Kendi kendimizedir kandırmalarımız. Sahte gerçeklerimizin sahteliğini biz bile ayırt edemeyiz çoğu zaman.

Fakat mazeret hep negatif anlamlar için mi kullanılır.
Hayatta kalmanın mazereti olamaz mı mesela.
İyi bir gelecek kurmak için sağlam bir mazeretiniz olamaz mı,
Başarılı olmak için de bir mazeretiniz olabilir belkide,

Sahtede olsa bir gerçeğe inanacaksam bu sahte gerçeklerin gerçekçi sahiciliğine değil gerçekleşebilecek hayallerin gerçekleşebilecek sahiciliğine olmalı.

Hayallerini gerçekleştirmek için çok iyi mazereti olan arkadaşlar,
Hayallerimi gerçekleştirmek için çok iyi mazeretlerim var.

zaman

yağmur yağıyor,
çok fazla ses yok,
büyük ve karmaşık bir kentteyiz,
galiba güneşin etrafında birkez daha döndük.
birkez daha,
birkez daha,
bir
kez
daha...

15 Ekim 2009 Perşembe

Çeliğe su vermek


Çeliği sertleştirmek için uygulanan en bilindik yöntemdir. Amaç; sıcaklığı artırılarak atomik dizilişi değişen çeliğin sıcaklığını aniden düşürerek daha sert bir hale getirmektir. Su verilmeden önce ostenit olan kararsız yapı, işlemden sonra çok sert olan martenzite dönüşür.

Yağmurdan sonra havada dağlardan gelen bir ferahlık var sanki. Ortada dağ falan da yok ayrıca. Yağmur havadaki toz dumanı almış hatta negatif enerji bile süzülmüş buralardan. Yada ben öyle zannediyorum içimdeki artan yaşama sevincinden. Şehrin ortasında ağaçların olması ne güzel, o ağaçların dalları arasından güneşin sanki akarak toprağa düşmesi daha da güzel ve bu kadar güzellik arasında koşmak en güzeli :) Bu sabah da işte böyle güzellikler arasında koştum parkta. Antrenmanım bittiğinde ellerime baktım. Kilo verdikçe ellerimdeki damarlar çıkmaya başlamış, terden ellerim bile yıkanmış gibi ıslanmış, buharlar çıkıyordu bedenimden.

Yine abartı bir benzetme, çeliğe su vermek ve spor yapmak.
Yine de güzel

Ertesi gün, saat 00:04
Bu gün güneşin doğuşuyla birlikte başlıyacağım koşmaya.
Daha da keyifli olacak.
:)

Kontrol


Yaşamınızın kontrolü sizde değil!
Öyle olduğunu düşünebilirsiniz, ama yanılıyorsunuz.
Elbetteki kendi kararlarınızı kendiniz vermekte özgürsünüz.
Bu kitabı kapatabilirsiniz.
O sandalyede oturmaya devam edebilirsiniz.
Yada gözlerinizi oymak gibi çılgınca birşey yapabilirsiniz.
Ne isterseniz yapabilirsiniz.
Ama sorun şurda: Ne isteyeceğinizi kontrol edemezsiniz. Her davranışınızı önceden belirleyen arzularınız ruhunuzun o kadar derinlerine inmiştir ki, onlara dikkat bile etmezsiniz.
Ve bu da sizi mükemmel bir köle yapar.
Bu nedenle hayatınızı yaşamaya devam edin.
Ne isterseniz yapın.
Sadece istediklerinizin tümüyle sizin kontrolünüzde olmadığı gerçeği üzerine kafanızı çok fazla yormamaya çalışın.

Adam Fawer-Empati

14 Ekim 2009 Çarşamba

Burçlarla ilgili bir test yapalım... :)


Eğer bir Akrep erkeğine aşıksanız ve ihtiras sözcüğü sizi korkutuyorsa, ayakkabılarınızı ayağınıza geçirdiğiniz gibi kaçın. Listenin başında o olmasına karşın, ben romantik ihtirastan söz etmiyorum. Aynı zamanda politikaya, çalışmaya, dostluğa, dine, yiyeceğe, akrabalara, çocuklara, giyim kuşama, yaşama, ölüme ve düşünebileceğiniz herşeye karşı duyulan şiddetli ihtirastan söz ediyorum. Eğer duygusal aşırılıkları kabul etmeyen bir insansanız Akrep erkeği kesinlikle sizin ruhunuzun ihtiyaç duyduğu biri değildir. Sakın arkanıza bakmayın. Hemen kaçın. Eğer Akrep erkeği ile yeni tanıştıysanız, onun ne kadar sakin ve dengeli bir insan olduğunu düşünebilirsiniz. Böylesine açıkça kendini kontrol edebilen bir insan nasıl ihtiraslı, hem de tehlikeli şekilde ihtiraslı olabilir.
Çünkü o, yüzeydeki serin görünüşüyle sadece blöf yapmaktadır. O, aldatıcı şekilde konrollü davranışlarının altında cızır cızır yanmaktadır. Sakın dokunmayın.

OYNARKEN DİKKATLİ OLUN


Onunla oynarken dikkatli olun. Nereye ve kiminle gittiğinizden emin olun. Akrep erkeği ile kurduğu ilişkide kendini güvende sanan hanımlara gelince; bakalım şu hipnotik, delip geçici Akrep gözlerinin arkasında neyin gizli olduğunu görebilecek misiniz? Şurası kesin ki, o sizin üstünüzde nötr bir izlenim bırakmadı. Ya onun çocuksu ve tatlı olduğunu düşündünüz ya da yaramaz ve ihtiraslı. Ama o bunların hiçbiri değil ve asıl sorun da bu . Veya belki, her ikisi de olduğu söylenmeli. Tek kelimeyle, bu adam yenilmek, yılmak nedir bilmeyen biridir. O buz gibi sessizliğin arkasında sürekli olarak fıkır fıkır kaynayan kocaman bir kap vardır. Şansınız varsa, kapağını ömür boyu sımsıkı kapalı tutar ama derin bir yara onu korkunç bir patlamayla havaya uçurabilir. Eğer tehlike çizgisi içinde değilseniz, seyretmek bayağı heyecan verici olabilir. Patlamanın yaklaştığını hissediyorsanız kenara çekilin ve sakın patlamaya neden olacak bir şeyi kendiniz yapmayın. Akrep, ikiz huyları olan ihtiras ve mantıkla sizi şaşkına çevirecektir.

O, bunların ikisinin de uzmanıdır. Zeka ve duygular onu eşit şekilde yönetir. Akrep zeki olmanın da ötesindedir. Eğer çok gelişmiş biriyse, o aynı zamanda varoluşun sırlarıyla ilgilenen ve yanıtlarını bulmaya çok yaklaşan derin filozofça bilgiye sahip bir insandır. Anlaşılmaz, estetik bir nedenle, her türlü konfordan uzak çıplak bir odada zor bir hayat yaşayan Akrepler de vardı ama bu burcun gerçek yapısı duygusaldır. Normal olarak Akrep kendini lüksle çevreleyecektir. Kuşkusuz, sizin tanıdığınız Akrep tamamıyla masum görünüşlü biri olabilir. İnsanın silahını elinden alan o gençlik dolu çekiciliğiyle ve ayartıcı tavırlardan habersiz oluşuyla sizi Pluto erkeklerinin ihtirasla ilgileri olmadığına inandırmıştır. Bu adamların ömür boyu sürecek yaralar açabilecek kadar patlayıcı öfkeleri vardır. Akrep öldürücü kuyruğunu vurduğu zaman iğnesi kötü batar. O, sadece kazanmaktan zevk almakla yetinmez.

O, kazanmak zorundadır. Kaybettiği zaman önemsiz şekilde de olsa, onun içinde bir şeyler ölür. Bununla birlikte tuhaftır ki Akrep erkeği normal alarak çok sportmence davranır. Diğer bütün duyguları gibi, düş kırıklığı da ciddi yüzüne yansımaz ve romantik niyetleri de içinde olmaz üzere bütün tepkileri sıkı kontrol altındadır. Romantik bir ilişkiden kaçınmasını gerektiren önemli bir neden varsa, dışarıdan buz gibi görünmesine karşın için için yanacaktır. Ancak, onun tüm erotik yapısına karşın, alaya ya da bayağılığa tahammülü yoktur.

KENDİ YASASINI UYGULAR

Her Akrep kendi yasasını uygular ve başkalarının kendisi için ne düşündükleriyle zerre kadar ilgilenmez. İyi dürüst bir vatandaş olarak saygı görmek ister, ama bu kendi kesin fikirlerine ve amaçlarına en ufak bir zarar veriyorsa, gerisine hiç aldırmaz. Sizin düşünceleriniz bile onun kararlarını etkilemez.

Biraz korkutucu olan bir şey vardır ve sizin adınıza oldukça cesaret isteyebilir. Akrep esrarlı bilinmeyen şeylerden hoşlanır ve yolunun üstüne çıkan bilinmeyen şeyleri en küçük ayrıntılarına kadar çözmeden bırakmaz. Kadınlığın ezeli ve ebedi sırları her kızın en etkili savunma ve saldırma aracıdır. Bütün sırlarınızın açığa çıkarılması, size biraz açıkta kalmış gibi bir duygu verebilir. O, alev alev yanan gözleri ve herşeyi delip geçen sorularıyla eşelemeye başladığı zaman, açığa çıkmayan hiçbir sırrınız kalmayacaktır. Onun yüksek standartları vardır, arkadaşlarını rastgele seçmez. Onların kendi standartlarına uygun olmaları gerekir. O, harikulade, ender bulunur bir erkektir. Başka erkekler arasında, açık saçık esprilerini ve kaba saba şakalarını onlarla paylaşır; sonra tekrar o derin, esrarlı yapısına döner ve kibar tatlı bir erkek olur. Eğer fazla yumuşak bir insansanız, Akrebin yanında kolayca ezilirsiniz. Hiçbir zaman ona yeni giysiniz veya saç biçiminiz için en düşündüğünü sormayın. Yoksa acı gerçeği öğrenerek canınızın yanmasına hazır olmanız gerekir. Ama hiç olmazsa olumlu sözlerinin dürüst olduğunu ve içten olmayan sıkıcı komplimanların yapışkan zamkıyla birbirine yapıştırılmadığını bileceksiniz. ,

KISKANÇLIĞINA DİKKAT EDİN

Kıskançlık konusuna gelince, adımlarınızı çok, çok dikkatli atmalısınız.

Gözünüze toz kaçtığı için yanınızdaki bir erkeğe kazara göz kırpmak zorunda kalırsanız Akrebiniz yanarak patlayabilir, ve eğer onun eline kuşkulanmasını gerektirecek gerçek bir neden verirseniz, çok, çok cesur bir kadınsınız demektir. Ancak, siz kendi kıskançlığınızı paketleyip sandığa kaldırsanız ve de kilitleseniz iyi olur. Öfkeyle gözyaşları dökmenin veya sitem dolu yakınmaların onun üstünde hiçbir etkisi olmayacaktır. Çocuklar Akrep burcundan bir babanın yanında yanlış değerler edinme şansını pek bulamayacaklardır. Her ne kadar onları da, önem verdiği her şeye karşı duyduğu içten ihtirasla sevecekse de, hiçbir saçmalığa göz yummayacaktır. Gerektiği zaman onları koruyacak, ancak onlar da çok geçmeden kendi ayakları üzerinde durmaları gerektiği mesajını alacaklardır. Ancak aldıkları ders sonunda onlara yararlı olacaktır. Büyüdükleri zaman, onun sıkı rehberliğine sahip olmakla ne kadar şanslı olduklarını anlarlar. Çocuklar başka hiçbir babadan hayatın gerçekleri konusunda bu kadar çok şey öğrenemezler.

Bu adamın içindeki ateş bir kez alevlenip, sizi istediğine karar verdiği zaman, karşı koymaya çalışmanın hiçbir yararı olmaz. Sizi hipnotize edip tüm iyi niyetlerinizi elinizden alacaktır. Akrep erkeğinin manyetizma gücü neredeyse elle tutulacak kadar yoğundur. Uzanıp ona dokunabileceğinizi hissedersiniz.

Elinizi uzattığınız zaman bir sürprizle karşılaşabilirsiniz. Eğer çok hassas ve yanabilir bir insansanız, sizi YAKACAKTIR. Bir kartalla birlikte olup da parçalanmamak için cesur bir kadın olmak gerekir. Ona sımsıkı sarılın ama gözlerinizi de dört açın; korkakların hiçbir zaman göremeyeceği ufuklar göreceksiniz...

:D

13 Ekim 2009 Salı

Aziz Nesin'den iki dize...

Kimi bekliyorsun hâlâ,
Evinden kitaplarından uzakta mısın
Arada bir telefon et kendine
Kendine mektuplar yaz yanıt beklemeden
Kartlar gönder kendine her gittiğin uzaklardan
Sevgilim diye başlayıp öperim diye biten
Senin senden başka kimin var ki arasın

***

Düşmanlarının saldırılarından yuvarlandıkça yerlere
Tutup kendi saçlarından kaldır kendini
Seni sana bildirecek kimsen yok başka kendinden
Ölünce senin bile haberin olmayacak öldüğünden
Haber ver kendine ki öldüğünü bilesin
Kimin var ki senin sana öldüğünü söylesin

12 Ekim 2009 Pazartesi

Zaman ve "önyargılar"

Önyargılarımız...Görünmeyen duvarlarımız from Bulent Keles on Vimeo.




Yaftalamadan Düşünün! from Bulent Keles on Vimeo.




Ne zaman ayrı düştük? from Bulent Keles on Vimeo.

İnsanın Düzeltebileceği Şey Kendisidir...

Bundan 20 yıl sonra, yaptıkların değil, yapamadıkların için üzüleceksin.
Dolayısıyla halatları çöz. Güvenli limandan uzaklara yelken aç.
Rüzgarı yakala, araştır, düşle, keşfet.
Düşün, onları seyredecek birileri olmasaydı, kaç kişi Mercedes otomobil alırdı.

Bilimde ve güzel sanatlarda en üstün başarılar,tek başlarına çalışan kişiler tarafından elde edilmiştir.
Hiçbir parkta bir kurul için dikilmiş bir anıt yoktur.
Yapabileceğin kadar söz ver. Sonra söz verdiğinden daha fazlasını yap.
Oturarak başarıya ulaşan tek yaratık bir tavuktur.
Dertlerini gözyaşlarında boğmak isteyenlere dertlerin yüzme bildiğini söyle.
Dalın ucuna gitmekten korkma. Meyve oradadır.
Büyük adam büyüklüğünü küçük adama davranışıyla gösterir.
Şans bukelamun gibidir. Biraz zaman tanı, mutlaka değişecektir.
"Tarihte en etkili 100 kişi" adlı kitabı okudum. Onların hepsiyle ortak olduğumuz tek şeyin zaman olduğunu hayretle gördüm.
Günün sonunda kendini bir sokak köpeği kadar yorgun hissediyorsan, bu belki bütün gün hırladığın içindir.
Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin. Şimdi başla! Şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla.
Gülümsediğinde güzelleşmeyen bir yüz hiç görmedim.
Kimi zaman içindeki o sessiz sese uzmanlardan daha fazla güven.
Aerodinamik yasalarına göre o tombul ve tüylü arının hiç uçmaması gerekiyordu. Herhalde bunu ona hiçkimse söylemedi ki, uçuyor.
Zamanlarının büyük bir kısmını para kazanmak ve saklamakla geçiren insanlar, sonunda, en çok istediklerinin satın alınamayacak şeyler olduğunu anlarlar.
Öteki insanlardan daha akıllı ol. Yalnız bunu onlara söyleme!
Mutlu olmanın en garantili yolu bir başkasını mutlu etmektir.
Hayatta ya tozu dumana katarsın, ya da tozu dumanı yutarsın.
İyi çalışan, sık gülen ve çok seven başarıyı elde eder.
İnsanin tüm evrende kesin olarak düzeltebileceği tek bir şey vardır:
o da KENDİSİDİR ...

Melda Vardar

http://meldavardar.blogspot.com/2009/05/insann-duzeltebilecegi-sey-kendisidir.html

hayatın içinden: İnsanın Düzeltebileceği Şey Kendisidir

hayatın içinden: İnsanın Düzeltebileceği Şey Kendisidir

Onları dinleme yapabilirsin...


Hepimizin "kaybetmek, yenilmek, hayatın pençesinde ezilmek" için nedenleri var.
Üstelik bu nedenler, donmakta olan birini uykunun çektiği gibi uyuşturucu bir mutluluğa bile çekebilir insanı.

Mücadeleyi, savaşmayı, dövüşmeyi bırakırsın.
Kendini, kendi mazeretlerinin karanlık derinliğine salarsın.
Hayatla arandaki kavgayı daha başlamadan kaybedersin.
En çok da "yenilmekten korkanlar" sever daha baştan kaybetmeyi, "yenilmemişlerdir", sadece savaşa girmemişlerdir.
Teslim olmak, yenilmekten daha iyi gelir onlara.

Bırakın savaşmayı, yenilmeyi bile beceremeyenlerin yenilgisidir bu.
Biraz zavallı görünür bu adamlar bana.
Ben savaşmayı severim, savaşanları severim, yenilmekten korkmayanları severim.
Mücadelecileri, dirençlileri, dövüşçüleri severim.
Kendi hayalini kendi yaratıp, ne olursa olsun o hayale yürüyenleri severim.
Böyle adamları benim gözümde değerli kılan onların hayalleri değildir, bazılarının hayalleri bana çok yabancıdır ama o hayale yürüyüşteki cesaret, o her şart altında dimdik duran azim, gerilememe kararlılığı çeker ilgimi.
O insanlar başarırlar.
Başarının ölçüsü de ne para, ne şöhret, ne iktidardır benim için.
Basittir benim başarı tarifim.
İnsanın hayallerini gerçekleştirmesine başarı derim ben.
Hayalinle senin arana dikilen bütün engelleri aşabilmeye.
Geçenlerde Chris Gardner’ın hikayesine rastladım.
Bir zenci.
Çocukluğu kötü geçmiş.
Babası onları terk etmiş, üvey babası çok kötü davranmış, onu ve kardeşlerini hırpalamış, annelerini dövmüş.
Daha yedi yaşındayken "çocuklarını asla bırakmayacağına" yemin etmiş.
Akıllı olduğu için arkadaşları buna "koca kafa" adını takmışlar.
Ama okumamış.
Gidip Deniz Kuvvetleri’ne yazılmış.
Sıhhiyeci olmuş.
Orada işleri çabuk öğrenmiş, doktorların ilgisini çekmiş.
Askerden sonra tıp okumayı düşünmüş.
Ordudan ayrılınca bir hastanede çalışmaya başlamış.
İşler iyi gidiyormuş.
Evlenmiş.
Sonra hastanede çalışmaktan vazgeçmiş.
Hastane malzemeleri satarak zengin olacağına karar vermiş.
Bu karar, onun felaketinin başlangıcı olmuş.
Bu arada bir de oğlu doğmuş.
Kapı kapı dolaşıp "tarayıcı" denilen bir alet satmaya uğraşıyormuş doktorlara.
Ama işler iyi gitmiyormuş.
Hayat gittikçe daha zorlaşıyormuş.
Parasızlık, çocuğun yuva masrafı, biriken faturalar, ödenemeyen kira, karısının çift vardiya çalışması, tarayıcıları kimsenin almaması.
Gardner, her yandan sıkışırken bir gün elinde kocaman tarayıcısı, sırtında her zaman taşıdığı ucuz çantasıyla bir doktor randevusuna yetişmek için hızla yürüdüğü sırada kaldırımın kenarında kırmızı bir Ferrari durmuş, içinden fiyakalı genç bir adam inmiş.
Adamı durdurmuş hemen.
- Efendim, izninizle iki sorum var. Bu arabayı alabilmek için ne iş yapıyorsunuz? Bu işi nasıl yapıyorsunuz?
- Borsacıyım. Şu binada borsacı olmak isteyenler için bir kurs veriyorlar.
Gardner o anda borsacı olmaya karar vermiş.
Ve hemen binaya girip kursa katılmak istediğini söylemiş.
Kursa katılabilmek için gerekli sınavı başarmış ve mülakata girmeye hak kazanmış.
Mülakattan bir gün önce eve polisler gelmişler ve ödemediği trafik cezasından dolayı onu tutuklamışlar.
O sırada evini boyadığı için onu atleti ve eline yüzüne bulaşmış boya lekeleriyle nezarethaneye atmışlar.
Ertesi sabah karakoldan çıkıp, o haliyle koşa koşa mülakata gitmiş.
Bir borsa sınavına, atletle ve yüzünde boya lekeleriyle gelen bu genç zenciye, kurulun başkanı:
- Karşıma atletle gelen bir adamı borsacı olması için kursa kabul etsem, ne dersin, demiş.
- Herhalde çok güzel bir pantolonu vardı, derim efendim.
Bu espri üzerine onu kursa kabul etmişler.
Kurs altı ay sürecekmiş, bu sürede hiç ara vermeyeceklermiş ve sonunda aralarından sadece birini işe alacaklarmış.
Bir yandan kursa gidip, bir yandan da para kazanabilmek için "tarayıcılarını" satmaya uğraşıyormuş.
Ama satamıyormuş.
Hayat daha da zorlaşmış.
Sonunda karısı onu terk etmiş..
Chris, bütün zorluklara rağmen çocuğuyla birlikte yaşamaya karar vermiş ve oğluyla ikisi baş başa kalmışlar.
Bir akşamüstü oğlunu mahalledeki basket sahasında oynamaya götürmüş.
Çocuğun bir atışını sertçe eleştirince küçük oğlan "ben bu oyunu beceremeyeceğim," diye oynamaktan vazgeçmiş.
- Kendileri yapamayanlar sana, senin de yapamayacağını söylerler, demiş oğluna. Sana, ben bile yapamazsın dersem beni dinleme.
Birkaç gün sonra kirayı ödeyemedikleri için ev sahibi onları evden atmış.
Bir motele yerleşmişler.
Sabahları oğlunu yuvaya bırakıyor, kursa gidiyor, kursta hisse satabilmek için müşterilerle konuşarak diğer kursiyerleri geçmeye çalışıyor, akşam yuvaya koşup oğlunu aldıktan sonra "tarayıcılarını" satmak için doktor muayenehanelerini dolaşıyormuş.
İşler biraz düzelmiş.
Tarayıcı satışları artmış.
Tam biraz nefes alacakken bu sefer de bir mektup gelmiş vergi dairesinden.
Ve, kazandığı bütün parayı elinden almışlar.
Satabileceği tek bir tarayıcı ve cebinde on iki dolarla kalmış.
Motele de para ödeyemediği için oradan da atılmışlar.
Ne gidebilecekleri bir yer, ne de ceplerinde para varmış.
Bir metro istasyonuna götürmüş oğlunu.
Oğluna, elindeki tarayıcıyı gösterip "bak bu zaman aleti" demiş, "hadi düğmesine bas ve zaman değişsin."
Çocuk düğmeye basmış.
"Ah," demiş, Chris, "işte zaman değişti, bak dinozorlar geliyor, hadi kaçıp bir mağaraya sığınalım."
Oğluyla metronun tuvaletine girmişler, "burası mağara," demiş Chris, yerlere tuvalet kağıtları serip oğluyla birlikte onların üstüne oturmuş.
Oğlunu uyutmuş ve o uyurken ilk kez ağlamış.
Ertesi sabah kursa elinde "tarayıcısı", bavulu ve bir takım elbisesiyle gitmiş, soranlara "akşam bir yolculuğa çıkacağım da onun için eşyalarım yanımda" diyormuş.
Bir yandan da deli gibi çalışıyormuş kursta.
O akşam bir kilisenin "evsizler" için olan barınağında kalmışlar.
Oğlunu uyuttuktan sonra elindeki son tarayıcının arızasını tamir etmeye uğraşmış.
Artık her sabah kursa gidiyor, bir ara koşarak bir doktor muayenehanesine gidip tarayıcı satmaya çalışıyor, akşamları evsizler için olan barınağın önünde çocuğuyla kuyruğa girip gece yatacakları bir yatak bulmaya uğraşıyormuş.
Bazı geceler barınakta yer bulamayınca metro istasyonunda kalıyorlarmış.
Bir yandan da diğer kursiyerlerin aramaya bile cesaret edemediği zengin yöneticileri arıyor, onlardan randevu alıyor, gerekirse evlerine gidip oğluyla birlikte kapılarını çalıyormuş.
Cebinde beş kuruş parası, yatacak yeri olmayan bu genç zenci bazı günler ülkenin en zengin adamlarıyla tanışıp onlarla dostluk ediyormuş.
Akşam da yeniden evsizler barınağına dönüyormuş.
Bir gün elindeki son "tarayıcıyı" satmayı başarmış.
O gece iyi bir otelde kalmışlar oğluyla birlikte.
Güzel bir hamburger yemişler.
Kurs son günlerine yaklaşıyormuş.
Ama kursun yöneticisi bu zenci öğrenciyi "ayak işlerine" koşturuyor, onun diğerlerine yetişmek için çabalarken bir de bu angaryalar yüzünden zaman kaybetmesine neden oluyormuş.
Bütün bunlara rağmen kursun sonuna kadar dayanmış.
Hisse senetlerini satmış.
Son gün takım elbisesini giyip gitmiş işe.
Onu son mülakata çağırmışlar.
Yönetici ona,
- Bugün burada kursiyer olarak son günün demiş.
Ve, eklemiş:
- Yarın burada bir borsa simsarı olarak işe başlayacaksın çünkü.
O anda Gardner’ın gözleri dolmuş.
- Zor oldu mu Chris, diye sormuş yönetici.
- Çok zor oldu efendim, demiş.
Ertesi sabah iyi bir maaşla işe başlamış.
Altı yıl sonra kendi şirketini kurmuş.
On beş yıl sonra şirketini milyonlarca dolara satmış.
Sonra oturup hayatını yazmış.
Yazdığı kitap bütün dünyada best seller olmuş.
Kitabından yapılan film Oscar’a aday gösterilmiş.
Şimdi artık zengin bir adam.
Bu adamın hikayesini çok sevdim.
Ne borsacı ne de zengin olmasıydı beni etkileyen.
Hayalini gerçekleştirememek için çok geçerli mazeretleri olan, çocuğuyla sokaklarda yatan, aç kalan, bir yandan kendisinden çok daha iyi eğitim görmüş insanlarla yarışırken bir yandan kimsenin almadığı bir "tarayıcıyı" satmaya uğraşan, bir gün bile çocuğunu yalnız bırakmayan ve en zor şartlar altında bile oğluna "yapabilirsin, yapamayanların öğütlerine aldırma" diyen bir adamın mücadele etmesinden, direnmesinden, metro tuvaletlerinde ağlarken bile amacından vazgeçmemesinden etkilendim.
Bu kadar kararlı bir şekilde ne olmak istese olurdu.
Hayattan, sefaletten, açlıktan korkmaması, bir tek gün bile yakınmaması, aç yattığı gecenin sabahında "nasılsın" diyenlere "iyiyim" diye cevap verebilmesi, başaramamak için sahip olduğu mazeretlerin içine saklanmaması, gerektiğinde yirmi dört saat uykusuz kalması, oğluna hep sahip çıkması, insanların ona hayran olmasını sağlıyordu.
Kendi hayat hikayesiyle, oğluna verdiği öğüdü herkese vermiş oluyordu:
- Yapamayanlar sana da yapamayacağını söylerler, onlara inanma.
Herhangi bir şeyi yapamamak için kuvvetli mazeretleri olanlar bu adamın hayatına bir baksınlar.
Onun hayatını izledikten sonra.
Ya yapacak, ya da utanacaklardır.


Yazan: Ahmet Altan

Keşke...



Teypte eski bir Cohen şarkısı:
'Yolumu gözleyen bir kadını terk ettim /
karşılaştık bir süre sonra /
‘Gözlerinin feri sönmüş’ dedi bana: /
‘Aşkım, ne oldu sana? ’/
Böyle gerçeği söyleyince /
ben de doğru söylemeye çalıştım ona /
‘Senin güzelliğine ne olduysa’ dedim, /
‘benim gözlerime de o oldu’.
8 - 10 dizeye sıkışmış hazin bir aşk hikayesi... Buruk; kırılmış oyuncaklar kadar... Ve yenik; 'keşke'li cümleler gibi... Bu sözcüğü kaç konuşmanızın başına eklemişseniz onca ıskalamışsınızdır hayatı...
Dört mevsimlik bir sene olsa ömür, 'keşke', onun güzüne denk gelir. Hepten vazgeçmek için erkendir, telafi etmek için geç...
Mağlubiyetin takısıdır 'keşke'... Kaçırılmış fırsatların, bastırılmış duyguların, harcanmış hayatların, boşa yaşanmış ya da hakkıyla yaşanamamış yılların, gecikmiş itirafların ağıtıdır.
Çarpılıp çıkılmış bir kapıda, yazılıp yollanmamış bir mektupta, göz yumulmuş bir haksızlıkta, vakit varken öpülmemiş bir elde, dilin ucuna gelip ertelenmiş bir sözdedir.
Feri sönmüş bir çift gözde ya da yitip gitmiş bir güzelliğin ardından iç çekişte...
'Yolunu gözlemeseydim', 'öyle demeseydim', 'terk edip gitmeseydim', 'en güzel yıllarımı vermeseydim' diye diye sızlanır gider.
'Keşke'nin panzehiri 'iyi ki'dir. İlki ne kadar pısırıksa, ikinci o denli yiğittir.
'Keşke', çoğunlukla bir 'ahhöla kopup gelir ciğerden... esefler, hayıflanmalar, yerinmeler sürükler peşinden...
'İyi ki' ise, muzaffer bir 'ohhöla büyür; cüretiyle övünür.
'Keşke'li cümlelerde nasıl yaşanmamışlığın, yarım kalmışlığın o ezik tuzu kuruluğu varsa, 'iyi ki'lilerde de göze alabilmişliğin, riske girebilmişliğin, tadına varabilmişliğin mağrur yaraları kanar.
Okulu hiç kırmamışsınızdır, sinemada öpüşmemişsinizdir; dokundurtmamışsınızdır kendinize, bir kez olsun gemileri yakmamışsınızdır.
Konuşmanız gerektiğinde susmuş, koşacağınız zaman durmuş, sarılacağınız yerde kopmuşsunuzdur.
Bir insana, bir işe, bir davaya ömrünüzü adamışsınızdır. O insanın, o işin, o davanın, bunu hak etmediğini sezmenin hayal kırıklığındadır 'keşke'...
'Şimdiki aklım olsaydı' dövünmesindedir. Geriye dönüp baktığınızda, ayıplara, yasaklara, korkulara, tabulara feda edilmiş, 'Ne derler'e kurban verilmiş, son kullanma tarihi geçmiş bir yığın haz, bilinçaltından el sallar.
'Keşke'cilerin hayatı, kasvetli bir pişmanlıklar mezarlığıdır.
'İyi ki' öyle mi ya! ...
Onda, yara bere içinde de olsa, yana yana, ama doyasıya yaşamış olmanın iç huzuru ve haklı gururu haykırır.
'İyi ki'lerinizi toplayın bugün ve 'keşke'lerinizden çıkartın. Fazlaysa kardasınız demektir.
Aldırmayın yüreğinizdeki kramplara, mahzun hatıralara... Rüzgarlarla koştunuz ya...
'Keşke'leriniz, 'iyi ki'lerden çoksa... Telafi için elinizi çabuk tutun. Tutun ki, yolunuzu gözlerken terk ettiğinizle bir gün yeniden karşılaştığınızda siz susarken, feri sönen gözleriniz 'keşke' diye nemlenmesin...

Can Dündar

Bir hikaye...


Hindistan da cok unlu bir ressam varmis...
Herkes bu ressamin yaptilarini kusursuz kabul edecek
kadar begenirmis...

Ve onu "Renklerin Ustasi" anlamina gelen Ranga
Celeri olarak tanisa da;kisaca Ranga Guru derlermis...

Onun yetistirdigi bir ressam olan Racici ise artik
egitimini tamamlamis ve
son resmini yaparak Ranga Guru'ya goturmus ve ondan
resmini degerlendirmesini istemis...

Ranga Guru ise;

- Sen artik ressam sayilirsiin Racaci.. Artik senin
resmini halk degerlendirecek.

diyerek resmi sehrin en kalabalik meydanina
goturmesini ve en gorunen yerine koymasini istemis.

Yanina da kirmizi bir kalem koyarak halktan
begenmedikleri yerlere carpi
koymalarini rica eden bir yazi birakmasini istemis.
Racici denileni yapmis
Ve birkac gun sonra resme bakmaya gittiginde gormus
ki, tum resim carpilar icinde ve neredeyse gorunmuyor... Cok uzulmus
tabii.Emegini ve yuregini koyarak yaptgi tablo kirmizidan bir duvar sanki..

Alip resmi goturmus Ranga Guru'ya ve ne kadar uzgun
oldugunu belirtmis.

Ranga Guru uzulmemesini ve yeniden resme devam
etmesini onermis.

Racici yeniden yapmis resmi ve gene Ranga Guru'ya
goturmus.

Tekrar sehrin en kalabalik meydanina birakmasini
istemis Ranga Guru...

Ama bu defa yanina bir palet dolusu cesitli
renklerde yagli boya, birkac
firca ile birlikte...

Ve yanina insanlardan begenmedikleri yerleri
duzeltmesini rica eden bir yazi
ile birlikte birakmasini istemis.

Racici denileni yapmis...

Birkac gun sonra gittigi meydanda gormus ki resmine
hic dokunulmamis,
fircalar da, boyalar da kullanilmamis..

Cok sevinmis ve kosarak Ranga Guru'ya gitmis ve
resme dokunulmadigini
anlatmis..

Ranga Guru ise;

Sevgili Racici, sen birinci konumda insanlara firsat
verildiginde ne kadar acimasiz bir elestiri saganagi ile
karsilasilabilecegini gordun...

Hayatinda resim yapmamis insanlar dahi gelip senin
resmini karaladi..

Oysa ikinci konumda onlardan
hatalarini duzeltmelerini istedin, yapici olmalarini istedin...

Yapici olmak egitim gerektirir... Hic kimse bilmedigi bir konuyu duzeltmeye
kalkmadi, cesaret edemedi...

Sevgili Racici Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalisin...

Emegininin karsiligini, ne yaptigindan haberi
olmayan insanlardan alamazsin...

Onlara gore senin emeginin hic bir degeri yoktur...

Sakin emegini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle
tartisma... demis...

11 Ekim 2009 Pazar

Birkaç ay önce yazdığım fakat yayınlamadığım bir yazım.



Çok şey öğrendim. Keyifliydi, sıkıntılıydı, kararlarımı sınadım.
İş hayatımla ilgili kendimde geliştirdiğim en önemli tutumlardan birisi "kötü haber yoktur sadece haber vardır" kuralı. İş hayatımda ne olursa olsun bu benim için, daha iyi olmam için, ilerlemem için bir fırsattır. Bu tutumu nasıl geliştirdim diye düşündüğümde şu soru geliyor aklıma. Buna inandığım için mi böyle, yoksa böyle olduğunu gördüğüm için mi inanıyorum? Cevabım buna inandığım için böyle olduğu. Görmeden önce inanmışım. Lafı fazla uzatmadan işle ilgili geldiğim noktaya değinmek istiyorum. Aylar önce kısa bir yazı paylaşmıştım gitmek ve kalmak ile ilgili. Bu yazıyı farklı yorumladığımda sanırım ben kalan olmak istitediğimi anladım. Bu; gitmeyi beceremediğim yada gitmekten korktuğum için gitmediğim anlamına gelmiyor. Çünkü gitmelerimi çok net hatırlıyorum. Ben buradayım demek istiyorum. Yine şair Erdoğandan dan bir dize anlatıyor duygularımı.
Bir gün;
Herşeyimle dim dik,

Her türlü kavgaya hazır,

Çıplak,

Gergin...


İşte mücadeye hazırım, gerekiyorsa kavgaya ve sonuna kadar.
Tek başıma kalma pahasına, üzülmüyorum, unuttuğum bir şeyi tekrar hatırlıyorum.
Bir anka kuşu gibi.
Yaralarımı bir bir sarıp, atılması gerekenleri kestirip atıp yola devam etmeyi seçiyorum.

Yolun bittiği yere kadar varım, yolun bittiği yere kadar var olanlarla.
Kimseye dargın değilim, saygı duyuyorum tüm yollara.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Korkaklık ve Cesaret


İnsanların çoğu hayallerinin peşinden gidemiyecek kadar korkak ve o hayallerini öldürebilecek kadar da cesurdurlar. M.Sancar

8 Ekim 2009 Perşembe

İnsan gördüğüne mi inanır?


Bu soruya verilebilecek ilk cevap; kendinden emin bir şekilde söylenen "herhalde, tabiki, kesinlikle" gibi anlamlara gelen kelimeler olurdu.

"Görmeden inanmam" cümlesi ise inanılmaz gibi görünen işlerin olma ihtimalinin düşüklüğüne vurgu yapan bir cümledir. Fakat "görmek" fiilinin inanmakla uzaktan yakından bir alakası yoktur.

"İnanmak" kelimesi kutsal kelimelerimin en değerlilerinden.

İnanın bana inanmanın görmekle alakası yok.

Gördüğüm birşeyi anlıyabilirim, idrak edebilirim, farkedebilirim, kabul edebilirim ama inanamam.

İşin ilginç yanı insan gördüğüne değil görmediğine inanır. Çünkü inanmak fiilinin hareket etmekle, hareket ettirmekle, yaratmakla bir ilişkisi vardır. Birşeyi gördüğünüzde ise çoktan yaratılmıştır...

Eğer göreceğiniz şeyler yaratmak istiyorsanız göremediğiniz fakat görmek istediğiniz şeylere inanın...

Ve bu inancınız öyle içten ve sürekli olsun ki zaman bile saygı duysun...

Ve gördüklerine inanan yada ancak gördüklerinde inanacaklarını zannedenler ancak bunu idrak edebilirler,

Umarım...



Not: yaratmak kelimesi yoktan varetmek anlamında kullanılmamıştır.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Türk İşi Voltran

Voltran vardı ya, al sana voltran.

Rapor baskısı matbaada bir ekip orda, (mutlaka basılırken yanlarında olmam gerekiyordu)
Seslendirme sütüdyoda 3 kişi orda (mutlaka x mutlaka orda olmam gerekiyordu)
Bende de sunum var (sunumda zaten olmam gerkiyor, üstelik gece yarısına kadar bitecek ki sesler gömülmeye başlanacak, en geç yarın öğlene kadar seler itinayla göülecek ki CD basımına gitsin)

Al sana Türk işi voltran.
Bakalım ne fabrika hataları çıkacak...

Macera

Yetişecek demek için henüz erken ama sanırım yetişecek.
Fakat birdahaki sefere biraz daha heyecan yapalım mesela bekleyip bekleyip son 2 gün kala başlıyalım işe. Yeni bir rekorada imza atarız böylece.
Zaten paso rekor kırıyoruz. :)

Günler...

4.GÜN

3.GÜN

2.GÜN

1.GÜN